Hakkımda

Eserler

Yalnızlığım; Dipsiz Kuyum, Karabasanım

Dakika başı saate bakmaktan bıktım. Odanın içerisini dolduran sessizliği sadece karşı duvardaki saatin tik-tak sesleri bozuyor. Bu ses de olmasa düpedüz çıldırtan sessizliğe boğulacak içerisi.

Dudaklarımın arasında yanan sigarayı unutmuşum. Önümdeki sehpada duran sigara paketine uzanıp içerisinden bir sigara çıkarıyorum ve dudaklarıma götürüyorum. Bu sırada elim, halen ağzımda yanan sigaraya değiyor, ucunda bir-iki santim uzanan kül önümdeki sehpaya düşüyor. Bu garip davranışım karşısında mimiklerime istem dışı bir tebessüm yayılıyor.

Bazen insan farkında olmadan yaptığı böylesi komik davranışları paylaşacak birilerine ihtiyaç duyuyor. Keşke şimdi yanımda birileri olsaydı da beraberce gülseydik bu garip davranışıma. Yanımda kimsenin olmayışına hayıflanıyorum.

Elimdeki sigarayı paketine koymayıp rast gele sehpanın üzerine fırlatıyorum. Ağzımdakinden derin bir nefes çekip dudaklarımı büzüştürerek dumanını süratli bir şekilde odanın içerisine savuruyorum. Oturduğum yerde ellerimi pantolonumun cebine sokuyorum. Oysa odanın içerisi hiç de soğuk değil. Ellerim cebimde olduğu halde ayağa kalkıyorum. Ve odanın içerisini, başımı bir önüme eğip bir havaya kaldırarak öylece geziniyorum. Bu anlamsız bir gezinme, öylesine dolanıp duruyorum. Sanki ilk defa görmüşüm gibi, çalışma masamın özerindeki herhangi bir şeye bakıp dokunuyorum. Ellime alıp bomboş gözlerle ve aslında hakkında hiçbir şey düşünmeden incelemeye koyuluyorum. Neden sonra elimdeki nesneye bakışlarım takılıyor. Onu umarsız bir şekilde yerine bırakıyorum. Demin oturduğum koltuğa tekrar yöneliyorum. Bu sefer oturma pozisyonumu değiştirerek yerleşiyorum koltuğa.

Anlamsızca geriniyorum. Gözlerim televizyona takılıyor. Sehpanın özerindeki kumandasını alıp, rast gele kanallar arasında dolaşıyorum. İstediğimi bulanıyorum. Aslında ne istediğimi de tam olarak bilemiyorum. Televizyonun sesini sonuna kadar açıyorum. Ama içerdeki sessizliği yinede bastıramıyorum. Kumanda aletinin kapatma düğmesine basıp elimdeki kumandayı yanımdaki divanın üzerine fırlatıyorum. Kumanda aletti divanın üzerinde zıplayıp yere düşüyor. İsteksizce uzanıp yerden alıyorum ve önümdeki sehpanın üzerine bırakıyorum.

Oturduğum koltuktan kalkıyorum, bitişikteki divana uzanıyorum bu sefer, parmaklarımı birbirine geçirerek, kafamın altına destek yapıp, ayaklarımı havaya dikiyorum. Bakışlarım, ayaklarımın parmak ucundan başlayıp bütün bedenimi görebilecek noktalarına kadar geziniyor. Sıkılıyorum, ayaklarımı yana çekip, divandaki pozisyonumu değiştiriyorum; yan yatıp, ayaklarımı karnıma çekiyorum. Bir yumak haline gelip, bir süre öylece bekliyorum.

Düş yolculuklarına çıkmak istiyorum. Bunun için beynimi zorluyorum. Olmuyor! Kafamın içerisi bomboş hiçbir şey kurgulayacak durumda değil.

Odanın içerisine kulak kabartıyorum birden, çıt yok. Oysa, sanki telefonun sesini duyar gibi olmuştum. Umutsuzca iç çekip divandaki pozisyonumu değiştiriyorum. İçim rahat etmiyor, uzandığım yerden kalkarak, telefonun çalışıp çalışmadığını kontrol ediyorum. Ahizeyi kulağıma dayıyorum, telefonun o kendine özgü ince sesini duyuyorum. Telefon çalışıyor... Ahizeyi yerine bırakıp, hazır ayaktayken tekrar odanın içersini adımlıyorum.

Belki de kapıydı çalan. Kapıyı açıp antreye çıkıyorum, dış kapının hemen üzerindeki kapı ziline bakıyorum. Öylece duruyor yerinde. Çalışıp çalışmadığını merak ediyorum. Kapıyı açıp, dışarıdan düğmeye basıyorum. Zil çalıyor, çalan zilin sesi bütün evin içerisinde yankılanıyor.

Odanın içerisine tekrar döndüğümde içimdeki yalnızlık duygusu umutsuzluğa dönüşüyor. Umutsuzluğum, karamsarlığa döner korkusu sarıyor beni. Daralıyorum, pencereye yönelip perdeleri aralıyorum. Dışarısı sesiz ve gri, gökyüzü koyu bir bulutla kaplı. Bir süre öylece koyu grilikteki gökyüzüne bakakalıyorum. Yüreğimi zorluyorum, bu sefer; yüreğim yufka, kırılgan, kırılacak gibi geliyor bana. Zira inceden bir sızının yavaş yavaş bedenimi kaplamaya başladığını hissediyorum. Perdeleri çekip, bütünüyle beni sarmalayan yalnızlığıma yöneliyorum yine. İsteksizce, deminki oturduğum koltuğa yığılıyorum adeta.

Odanın içerisindeki sessizlik bir çığ gibi büyüyor ve oda başıma daralıyor. Soluk alışverişlerim hızlanıyor. İçimdeki sessizlik yalnızlık duygusuna dönüşüyor. Öyle ki odanın içerisindeki en ufak bir çıtırtıyla ürperiyorum. Hata olmayan çıtırtılar bile duyar gibi oluyorum. Yerimden kalkıp, odanın içerisindeki nesnelere ellerimle tek tek dokunuyorum, yalnız olmadığımı hissedebilirim belki… Bütün nesneler ruhsuz ve soğuk.

Eğilip sehpadan, demin rast gele bıraktığım sigaramı alıp, ucunu yakıyorum. Çakmağın sesi odanın içerisinde yankılanıyor. Bu ses ilgimi çekiyor. Çakmağı boş yere birkaç sefer daha çakıp söndürüyorum. Sıradan geliyor, sıkıyor beni. Çakmağımı cebime koyuyorum. Dudaklarımın arasındaki sigaramdan derin bir nefes alıyorum, ağzımın içerisini dolduran dumanını odanın içerisinde çeşitli şekiller bırakacak şekilde üfürüyorum.

Anlamsız ve çocuksu geliyor bu davranışım.

Odanın ortasında öylece ayakta durduğumu fark edince, başımı iki yana sallayıp çalışma masasının yanındaki sandalyeye ilişiyorum. Odanın içine daha geniş bir açıdan bakıyorum. Her zaman sırtımı dönüp oturduğum odanın bu tarafını sanki ilk defa görüyorum; çok kör ve yabancı geliyor bana. Divanlarım, divanların önündeki küçük sehpa, köşede duran yuvarlak sehpanın üzerindeki vazo ve içerisindeki yapma, plastik papatyalara tek tek göz gezdiriyorum. Anemin benim için özel olarak yaptırdığı duvar süsüne sıra gelince yüreğim inceden burkuluyor, kırılma noktasına geliyor. Yan dönerek yazı masama kapanıyorum. Ellerimi şakaklarıma koyup öylece duruyorum. Annem bölüyor içimdeki sessizliği, o şefkatli kollarıyla sarmalıyor beni, bağrına basıyor, göğüslerindeki sıcaklığı ve kendine özgü kokusuyla…

Masanın üzerine yanaklarımdan süzülen yaşların döküldüğünü görüyorum. Bunu umursamıyorum, burnumu çekiyorum üst üste gözlerimden dökülen yaşlar çoğalıyor. Gözyaşlarımın döküldüğü yer ıslanıyor. Bedenim sarsılıyor ve hıçkırıklarımın sesi kulaklarıma geliyor.

Dakikalarca kendimi tutamayıp öylece ağlıyorum. İyice boşaldığımı hissedip,

kapandığım masadan doğruluyorum. Birkaç sefer burnumu derin derin çekip, elimin tersiyle ıslanan gözlerimi, yanaklarımı siliyorum.

Biraz rahatlamış gibi hissedince, sorular yöneltiyorum kendime, sesimi duyacak şekilde.

Nedir bu içimdeki suskun, derin dipsiz kuyu sessizliği, beni çıldırtan yalnızlık duygusu? Akşamdan beri bir kabus gibi, bir karabasan gibi çöktü üstüme. Kulak kabartıyorum her çıtırtıya, her sese, hatta olmayan seslere; kendi içimde olmasını istediğim ve olmayan seslere…

Oysa dışarısı çok kalabalık; bana dair fakat benden çok uzak… Sokağa çıksam onlarca insanla merhabalaşacağım. Onlarca insanın yapmacık gülüşleri ve tebessümleriyle karşılaşacağım. Çıkmak istemiyorum. Bıktım yalancı, yapmacık ve pazarlıklı ilişkilerden, iletişimlerden… Her şeye rağmen yaşadığım yalnızlık da olsa kendi yalnızlığımdır, bana aittir ki, biliyorum pazarlıksızdır yalnızlığım.

Olsun, yine de çekilmiyor bir başına. Kim demiş yalnızlık paylaşılmaz… Hem, yalnızlığın öylesine tanrısal bir yanının olduğuna da inanmıyorum.

Geçici olarak yalnız kalma isteği çok farklıdır, sürekli yalnızlıkları yaşamaktan…

Şimdi telefon çalsa, ahizeyi kulaklarıma götürdüğümde ‘geliyorum !’ dese birisi yada bana ‘hemen gel !’ dese. Telaşla hazırlanıp gidebilsem veya bana geleceğinin telaşını yaşasam. Odanın içerisini telaşlı koşuşturmalarım doldursa.

Ama gerçekten ‘geliyorum’ veya ‘gel’ diyen birisi olmalı. Dilime bir melodi gelip ilişmeli, ıslıklar çalmalıyım koşuştururken. Her koşuşturma, telaş bir başka şekillenmeli. Ayak parmağımın kapı eşiğine çarpması halinde, verdiği dayanılmaz acı karşısında sadece geçici olarak yüzümü ekşitip, ıslığıma veya melodime devam etmeliyim keyifle.

Alelacele traş olmalıyım. Yüzümdeki hafif kesiklere aldırmadan, yüzüme çarptığım keskin limon kolonyasının ısırığından irkilmenin tadı bir başka olmalı.

Coşkulu bir şölen hengamesi olmalı her halim. Onu gördüğümde yüreğim göğüs kafesimi zorlamalı, kanatlanacağını hissetmeliyim. Bakışlarım tiril tiril titremeli her yerinde. Hiç duraksamadan sarılmalıyız birbirimize, kenetlenmeliyiz adeta. Bedeninin sıcaklığını bedenimde hissetmeliyim. Sarsılarak ağladığımda, sarsılmalarıma destek olacak, elleriyle saçlarımı şefkatle okşayacak. Her dokunuşunun, her bakışının pazarlıksız olduğuna emin olacağım bir dost, bir sevgili, bir arkadaş, sırdaş, yoldaş…

Yanına giderken öylesine içimden geldiğince davranabileceğim. Ona gül yerine kaktüs yada yememişse akşam yemeğini, ekmek götürebileceğim. Veya içimi dolduran bir dost özlemiyle apansız kapısını çalabileceğim. Habersiz bile gittiğimde önce şaşıracak sonra soru üstüne sorular soracak, içini saran bana dair kaygılarla, apansız gidişimin nedenini sorgulayacak. Ama içten, ama samimi, ama inanarak ve inandırarak yaptıklarına…

Deminden beri suskun ve durgun olan yüreğim ve beynim, gözlerimden yaşların boşalmasıyla birdenbire çağlayana dönmüş, med-cezirler oluşturmuş sınırsız deltasında. Sorgulamalar, istekler, umutlar üst üste bir yerlerime hücüm etmeye başlamış. İçimi saran inceden rahatlama duygusuyla ayağa kalkıp tekrar odanın içerisini adımlıyorum. Bu defa daha hızlı, daha sert ve daha umutla…

Böylesi durumlarda insan neden perdeleri kapalı pencerelere yönelip, perdeleri aralar, bilemiyorum. Pencerenin önünde durup perdeleri aralıyorum geceye. Sokak lambasının aydınlığında inci taneleri gibi dökülen, şiir tadında bir yağmur yağıyor. Bu, içimdeki rahatlığı coşkuya dönüştürüyor. İçimden çok kalabalık türküler söylemek geçiyor.

Dilime dolanan türküyle paltomu sırtıma alıp, sokağa çıkmak istiyorum. Kimbilir, belki bir yerlerde koynunda sıcaklığımı kutsal bir emanet gibi saklayan birileri, gözleri çakmak çakmak beni bekliyordur…